ALLAH’IN MUNİS SANATINDAN
ARKA KAPAK
Dünyaya
yeni gelmiş her canl›
güçsüz ve çaresizdir. Çevresindeki tehlikelerden tümüyle habersizdir.
Beslenebilmek, büyüyüp güçlenebilmek ve hayatta kalabilmek için kendisini
gözetip-koruyacak birine muhtaçt›r. Tek baş›na yaşama ihtimali neredeyse
yoktur. Ancak doğduğu andan itibaren yan›nda hep ebeveynleri olacakt›r. Annesi
veya babas› onu tehlikelerden koruyacak, besleyecek ve gerekirse kendi hayat›n›
onun için feda edecektir.
Yavru
hayvanlar›n tümü son derece sevimli bir görünüme sahiptir. Normale göre daha
iri olan gözler, yuvarlak yüz hatlar›, yüzlerinde hakim olan şaşk›nl›k ve
teslimiyetle kar›ş›k "bebek" ifadesi, cana yak›n tav›rlar, yavru
hayvanlar›n sevilmesini teşvik eden, koruma içgüdüsünü harekete geçiren özelliklerdendir.
Yavru
hayvanlar d›ş görünümleriyle Allah'›n "Munis Sanat›"n›n
tecellilerindendir. (Munis kelimesi; cana yak›n, sevimli, dost, ehlileşmiş,
itaatkar anlamlar›na gelir.) Bu kitapta hayvanlar›n yavrular›na olan şefkatini
ve yavru hayvanlar›n baz› özelliklerini okuyacaks›n›z.
YAZAR
HAKKINDA
Harun
Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 y›l›nda Ankara'da doğdu.
1980'li y›llardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser
haz›rlad›. Bunlar›n yan› s›ra, yazar›n evrimcilerin sahtekarl›klar›n›,
iddialar›n›n geçersizliğini ve Darwinizm'in kanl› ideolojilerle olan karanl›k
bağlant›lar›n› ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktad›r.
Yazar›n
tüm çal›şmalar›ndaki ortak hedef, Kuran'›n tebliğini dünyaya ulaşt›rmak,
böylelikle insanlar› Allah'›n varl›ğ›, birliği ve ahiret gibi temel imani
konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarc› sistemlerin çürük temellerini
ve sapk›n uygulamalar›n› gözler önüne sermektir. Nitekim yazar›n, bugüne kadar
60 ayr› dile çevrilen yaklaş›k 300 eseri, dünya çap›nda geniş bir okuyucu
kitlesi taraf›ndan takip edilmektedir.
Harun
Yahya Külliyat›, -Allah'›n izniyle- 21. yüzy›lda dünya insanlar›n› Kuran'da
tarif edilen huzur ve bar›şa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taş›maya
bir vesile olacakt›r.
ALLAH’IN MUNİS SANATINDAN
HARUN
YAHYA
(ADNAN
OKTAR)
Yazar ve Eserleri Hakk›nda
Harun Yahya müstear ismini
kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise
öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde
öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda
pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri
yaklaşık 30.000 resmin yer aldığı toplam 45.000 sayfalık bir külliyattır ve bu
külliyat 60 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın
müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin
hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden
oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün
kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu
mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in
de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir.
Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek
çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son
söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan
Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak
kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın
eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan
Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivelhi (Mauritus'ta kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında
olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek
çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan,
inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi
üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki
etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri
taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların,
artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin
hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra
savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler,
Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi
bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu
değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri
karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada
güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları
yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından
ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde
edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın
eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu,
bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel
kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir
ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri
eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın
yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya
konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde
anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm,
fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı
ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü
rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
Okuyucuya
·
Bu kitapta ve
diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının
nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır.
Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır
pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli
bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
·
Belirtilmesi
gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm
kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar
Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedirler. Allah'ın
ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru
işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
·
Bu anlatım
sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe
herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın
anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine
tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen
insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve
anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
·
Bu kitap ve
yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi,
karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade
etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili
kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı
olacaktır.
·
Bunun yanında,
sadece Allah'ın rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve
okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm
kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini
anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar
tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
·
Kitapların
arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli
sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz
özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı
vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda
yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
·
Bu eserlerde,
diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara
dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat edilmeyen
üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara
rastlayamazsınız.
Bu kitapta kullanılan
ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve
Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Birinci Baskı: Haziran,
2003 / İkinci Baskı: Mart, 2006
Üçüncü Baskı: Eylül, 2007 /
Dördüncü Baskı: Ocak 2010
ARAŞTIRMA YAYINCILIK
Talatpaşa Mah. Emirgazi
Caddesi İbrahim Elmas İşmerkezi
A Blok Kat 4 Okmeydanı -
İstanbul Tel: (0 212) 222 00 88
Baskı: Kelebek Matbaacılık
Litros Yolu No: 4/1A
Topkapı-İstanbul Tel: (0
212) 612 43 59
www.harunyahya.com -
www.harunyahya.net
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
İçindekiler
Giriş 9
Hayvanlardaki Mucizevi Güzellikler 13
Evrim Yanılgısı 219
Giriş
Dünyaya yeni gelmiş her
canlı güçsüz ve çaresizdir. Çevresindeki tehlikelerden tümüyle habersizdir.
Beslenebilmek, büyüyüp güçlenebilmek ve hayatta kalabilmek için kendisini
gözetip-koruyacak birine muhtaçtır. Tek başına yaşama ihtimali neredeyse
yoktur. Ancak doğduğu andan itibaren yanında hep ebeveynleri olacaktır. Annesi
veya babası onu tehlikelerden koruyacak, besleyecek ve gerekirse kendi hayatını
onun için feda edecektir.
Zayıf ve güçsüz yavrular
ancak yetişkin ve güçlü olanlar tarafından bakılıp korunurlarsa hayatta
kalabilirler. Doğduğu anda terk edilen bir ceylanın veya herhangi bir yere
bırakılan kuş yumurtalarının kendi başlarına yaşama ihtimalleri çok düşüktür.
Oysa hayvan yavruları yaşamlarını çoğunlukla sürdürebilirler çünkü ebeveynleri,
hiçbir bıkkınlık göstermeden, hiç ihmal etmeden bu güçsüz yavruların bütün
sorumluluğunu üzerlerine alırlar. Hatta birçoğu bunu, onlar daha yumurta
halindeyken yaparlar. Yumurtaları için büyük zahmetlere katlanan birçok canlı
vardır. Onları gizler, kırılmamaları için özenle bir yere yerleştirir,
gerektiğinde ısıtır veya aşırı sıcaktan korurlar. Haftalarca yumurtaların
başında nöbet bekler, gerektiğinde hiç incitmeden ağızlarında taşırlar.
Bu kitapta hayvanların
yavrularına olan şefkatini, hayvanlar dünyasında yaşanan bilinçli ve fedakarca
davranışların bir bölümünü okuyacaksınız. Anne ve baba hayvanların yavruları
için çok özenli ve konforlu yuvalar yaptıklarını, onları temizlediklerini,
besleyebilmek için canla başla çalıştıklarını, soğuğa karşı onları
koruduklarını, hatta düşmanla karşılaştıklarında yavruları için kendi canlarını
tehlikeye attıklarını göreceksiniz.
Peki bu canlılar neden
yavruları için bu kadar çok çaba harcarlar? Neden onları kendi hallerine
bırakmak yerine her türlü ihtiyaçları ile bıkmadan usanmadan ilgilenirler?
Bunları kendileri bilinçli olarak mı yaparlar? Örneğin bir kuşun kendi bilinci
ve iradesi ile yavrusunu korumak için ölümü göze aldığını iddia etmek akla ve
mantığa uygun mudur? Elbette değildir çünkü söz konusu olan akılsız, bilinçsiz,
şefkat, merhamet gibi duygulara kendi iradesiyle sahip olması mümkün olmayan
hayvanlardır. Burada karşımıza tek bir gerçek çıkar: Bu canlılara yavru
sevgisi, anne şefkati gibi mucizevi duyguları Allah ilham eder. Yetişkin
hayvanların yavruları için gösterdikleri fedakarlıklar yeryüzündeki en büyük
yaratılış mucizelerinden biridir.
Canlılar dünyasında
gördüğümüz diğer bir mucizevi özellik ise yavruların sahip olduğu
sevimliliktir. İlerleyen sayfalardaki örneklerde de görüleceği gibi yavru
hayvanların tümü son derece sevimli bir görünüme sahiptir. Normale göre daha
iri olan gözler, yuvarlak yüz hatları, yüzlerinde hakim olan şaşkınlık ve
teslimiyetle karışık "bebek" ifadesi, cana yakın tavırlar, yavru
hayvanların sevilmesini teşvik eden, koruma içgüdüsünü harekete geçiren
özelliklerdendir.
Yavru hayvanlar dış
görünümleriyle Allah'ın “Munis Sanatı”nın tecellilerindendir. (Munis kelimesi;
cana yakın, sevimli, dost, ehlileşmiş, itaatkar anlamlarına gelir.) Bu canlılar
evrendeki herşey gibi Allah'a teslim olmuşlardır. Allah bir ayette bu gerçeği
bize şöyle haber vermektedir:
… Oysa göklerde ve yerde
her ne varsa -istese de, istemese de- O'na teslim olmuştur ve O'na
döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)
AKILLI
TASARIM YANİ YARATILIŞ
Allah'ın yaratmak için tasarım yapmaya ihtiyacı yoktur
Kitap boyunca yer yer
kullanılan 'tasarım' ifadesinin doğru anlaşılması önemlidir. Allah'ın kusursuz
bir tasarım yaratmış olması, Rabbimiz'in önce plan yaptığı daha sonra yarattığı
anlamına gelmez. Bilinmelidir ki, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah'ın
yaratmak için herhangi bir 'tasarım' yapmaya ihtiyacı yoktur. Allah'ın
tasarlaması ve yaratması aynı anda olur. Allah bu tür eksikliklerden münezzehtir.
Allah'ın, bir şeyin ya da
bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca "Ol!" demesi
yeterlidir. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Bir şeyi dilediği zaman,
O'nun emri yalnızca: "OL" demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin
Suresi, 82)
Gökleri ve yeri (bir örnek
edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca
"OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Hayvanlardaki
Mucizevi Güzellikler
Doğduklarında kedi
yavruları kör ve son derece savunmasızlardır. Yaklaşık 100 gr ağırlığındaki bu
minik yavrulara bakabilmek için anne kedi çok az uyur. Sürekli, yavrularının
sıcak kalmaları ve acıktıklarında her an süt emebilmeleri için karnına yakın
bölgelerde durmalarını sağlamaya çalışır. İlk hafta gözleri kapalı olmasına rağmen
yavrular süt içecekleri yeri bulmakta hiç zorluk çekmezler. Dokuz gün sonra
yavruların gözleri açılır. Annenin sütü yavruların büyümesi için tam gereken
özelliklerdedir. Her türlü besin açısından zengindir, ayrıca yavruyu
hastalıklardan koruyan özel bazı kimyasallar da bu sütte bulunur.
Yavru kediler yaklaşık
sekiz hafta sonra kendilerine bakacak duruma gelirler. Ancak bu süre geçene
kadar anneleri büyük bir ihtimamla yavrularıyla ilgilenir. Onları daha güvenli
gördüğü yerlere özenle taşır.
Aklı ve bilinci olmayan bu
canlıların yavrularına olan düşkünlükleri akıl ve vicdan sahibi her insanı
düşünmeye yöneltecektir. Bu davranışlar ancak tüm canlıların hakimi olan
Allah'ın ilham etmesi ile oluşabilir:
Yeryüzünde
hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini
de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta
(yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)
Doğadaki
Fedakarl›k Örnekleri Darwinizm’i Yalanlar
Evrim teorisi
"doğanın kıyasıya bir rekabet sahnesi olduğu" iddiasında bulunur ve
bunu insanlara telkin etmeye çalışır. Aslında doğanın sadece bir mücadele
sahnesi olduğu yanılgısı, evrim teorisinin ilk ortaya atıldığı döneme ait bir
yanılgıdır. Teorinin kurucusu Darwin'in öne sürdüğü doğal seleksiyon
mekanizması, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda ve
güçlü olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdürebildiklerini, uygun
yapıda olmayan ve daha güçsüz olanların ise yok olduklarını öngörür.
Darwinizm'in benimsediği doğal seleksiyon mekanizmasına göre doğa, canlıların
birbirleriyle "yaşam" için kıyasıya mücadele ettikleri, zayıfların
güçlüler tarafından yok edildiği bir yerdir.
Dolayısıyla bu iddiaya
göre her canlı yaşamını sürdürebilmek için güçlü olmak, diğerlerine her konuda
üstün gelmek ve kıyasıya savaşmak zorundadır. Böyle bir ortamda ise fedakarlık,
özveri, işbirliği gibi kavramlara yer yoktur; zira bunların her biri canlının
aleyhine dönebilir. Bu yüzden her canlı olabildiğince bencil olmalı ve sadece
kendi yiyeceğini, kendi yuvasını, kendi korunmasını, kendi güvenliğini
düşünmelidir.
Peki gerçekten de doğa her
canlının sadece birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği, herkesin birbirini yok
etmek, saf dışı bırakmak için çaba harcadığı, son derece bencil ve vahşi
bireylerden oluşan bir ortam mıdır?
Hayır. Bu konuda şimdiye
kadar yapılan gözlemler, evrimcileri yalanlamıştır. Doğa, evrimcilerin iddia
ettiği gibi sadece savaşın hakim olduğu bir yer değildir. Aksine doğa, çoğu kez
ölümü göze alan fedakarlıkların, kendi zararına olduğu halde sürü için
gösterilen özverilerin, bunun karşılığında hiçbir kazanç sağlamayan canlıların
ve akılcı işbirliklerinin sayısız örnekleri ile doludur. Kendisi de bir evrimci
olmasına rağmen Prof. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık isimli
kitabında, Darwin ve onun dönemindeki diğer evrimcilerin neden doğanın sadece
bir savaş yeri olduğunu zannettiklerini şöyle açıklamıştır:
19. yüzyılda bilim
adamları çoğunluk çalışma odalarında ya da laboratuvarda kapalı kaldıkları,
doğayı doğrudan tanıma yoluna gitmedikleri için canlıların salt savaşım içinde
olduğu tezine kolayca kapılmıştır. Huxley çapında seçkin bir bilim adamı bile
kendini bu yanılgıdan kurtaramamıştı. (Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı
ve Bağnazlık, s. 49)
Evrimci Peter Kropotkin
ise hayvanların aralarındaki dayanışmayı konu edindiği Mutual Aid: A Factor
in Evolution isimli kitabında Darwin ve taraftarlarının içine düştükleri
yanılgıyı şöyle dile getirmektedir:
Darwin
ve onu izleyenler, doğayı canlıların sürekli olarak birbirleriyle savaştıkları
bir yer olarak tanımladılar. Huxley'e göre hayvanlar alemi gladyatörlerin
şovuna benziyordu. Hayvanlar birbirleriyle savaşmakta, en hızlı ve en
kurnaz olanı ertesi gün savaşabilmek için hayatta kalmaktaydı. Ancak ilk
bakışta, Huxley'in doğaya bakış açısının bilimsel olmadığı anlaşılmaktadır…
(Peter Kropotkin, Mutual Aid: A Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm,
(http://www.etext.org/Politics/Spunk/library/writers/kropotki/sp001503/index.html)
Doğada gerçekten de bir
mücadele, çatışma vardır. Ama bunun yanında "özveri" de vardır. Ve bu
özveri, Darwinist teorinin temeli olan "doğal seleksiyon" kavramının
asılsız olduğunu göstermektedir. Doğal seleksiyon canlılara yeni hiçbir özellik
ekleyemez, var olan özellikleri değiştirip yeni bir tür oluşturamaz. Bu
gerçekler evrimcileri çaresiz hale getirmektedir. Nitekim bu konuda
evrimcilerin acizlikleri Bilim Teknik dergisinde şöyle ifade edilmiştir:
Sorun, canlıların niye
birbirlerine yardım ettikleridir. Darwin'in teorisine göre; her canlı kendi
varlığını sürdürmek ve üreyebilmek için bir savaş vermektedir. Başkalarına
yardım etmek, o canlının sağ kalma olasılığını azaltacağına göre, uzun vadede
evrimde bu davranışın elenmesi gerekirdi. Oysa canlıların özverili
olabilecekleri gözlenmiştir. (Bilim ve Teknik Dergisi, sayı 190, s.4)
Doğadaki bu gerçekler
karşısında, evrimcilerin "doğa bir savaşım alanıdır, bencil olan, kendi
çıkarlarını koruyan üstün gelir" iddiası tamamen geçersiz kalmaktadır.
Ünlü bir evrimci olan John Maynard Smith canlıların bu özellikleri üzerine
evrimcilere şöyle bir soru yöneltmektedir:
Eğer
doğal seleksiyon, bireyin yaşama şansını ve çoğalmasını garanti eden
özelliklerinin seçilimi ise, kendini feda eden davranışları nasıl
açıklayacağız? (John Maynard Smith, The Evolution of Behavior,
Scientific American, Aralık 1978, cilt 239, no.3, s. 176)
Elbette kendisi de evrimci
bir bilim adamı olan John Maynard Smith'in bu sorusuna evrim teorisi adına
verilecek bir cevap yoktur. (Canlılardaki olağanüstü fedakarlık, özveri ve
yardımlaşmanın doğadaki örnekleri hakkında bilgi edinmek isteyenler için bkz.
Harun Yahya, Canlılardaki Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar, Vural
Yayıncılık)
İÇGÜDÜLER
EVRİMLE AÇIKLANAMAZ
Evrimcilerin başvurmak
istedikleri bir başka aldatmaca da, insan davranışları ve hayvan davranışları
arasında bir benzerlik kurularak, insan ve hayvanın ortak bir atadan geldiği ve
bu davranışların da ortak bir atadan kuşaktan kuşağa aktarıldığı için bir
benzerlik taşıdığı iddiasıdır. Kimi evrimciler saldırganlığı da ortak kökenli
bir dürtü yani içgüdü olarak tanımlarlar ancak insanların bunu gündelik yaşamda
dışa vurma fırsatı bulamadıklarını öne sürerler.
Oysa bu iddia,
evrimcilerin hayal güçlerine dayanan ve hiçbir temele dayanmadan kitle telkini
yapmak için başvurdukları bir aldatmacadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki insanlarda
ve hayvanlarda var olduğu iddia edilen "dürtü" ya da
"içgüdü" konusu evrim teorisi açısından başlı başına bir çıkmaz
oluşturmakta ve teorinin geçersizliğini tek başına ortaya koymaktadır.
"İçgüdü"
kelimesi, evrimci bilim adamları tarafından, hayvanların doğuştan sahip
oldukları bazı davranışları tanımlamak için kullanılır. Ancak hayvanların bu
içgüdüleri nasıl edindikleri, içgüdü ile yapılan bir davranışın ilk olarak
nasıl ortaya çıktığı ve bu davranışların nesilden nesile nasıl aktarıldığı
sorusu her zaman cevapsızdır.
Evrimci genetikçi Gordon
Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery isimli kitabında içgüdülerle
ilgili bu çıkmazı şöyle itiraf etmektedir:
İçgüdüsel bir davranış
ilk olarak nasıl ortaya çıkıyor ve bir türde kalıtımsal olarak nasıl yerleşiyor
diye sorsak, bu soruya hiçbir cevap alamayız.
(Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, Harper & Row
Publishers 1983, s. 222)
Gordon Taylor gibi
itirafta bulunamayan bazı evrimciler ise bu soruları üstü kapalı, gerçekte bir
anlam ifade etmeyen cevaplarla geçiştirmeye çalışırlar. Aslında evrim
teorisinin sahibi Charles Darwin de hayvanların davranışlarının ve
içgüdülerinin, teorisi için büyük bir tehlike oluşturduğunu fark etmiş ve bunu Türlerin
Kökeni isimli kitabında açıkça, hatta birkaç kez itiraf etmişti. Bu
itiraflardan biri şöyledir:
İçgüdülerin
birçoğu öylesine şaşırtıcıdır ki, onların gelişimi okura belki teorimi tümüyle
yıkmaya yeter güçte görünecektir. (Charles
Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996, s. 273)
Darwinistlerin düştüğü bir
başka yanılgı da var olduğunu iddia ettikleri "dürtü" yani
"içgüdülerin" kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze taşındığı
yanılgısıdır. Bu Lamarkist bir mantıktır ve bilimsel açıdan bir hurafe olduğu
bundan 1 asır önce ispatlanmıştır. Nitekim evrimci bilim adamlarının kendileri
dahi içgüdü ve dürtülerin kuşaktan kuşağa evrim yoluyla aktarılmasının imkansız
olduğunu itiraf etmektedirler. Evrimci Gordon R. Taylor, davranışların
kalıtımsal olarak sonraki nesillere aktarılabildiği iddiasını,
"acınacak" bir iddia olarak değerlendirmektedir:
Biyologlar belirli bazı
davranış şekillerinin kalıtımının mümkün olduğunu ve aslında bunun gerçekten
görüldüğünü kabul ederler. Dobzhansky şunu iddia etmektedir: "Tüm beden
yapıları ve fonksiyonlar, hiçbir istisna olmaksızın, çevresel zincirler
sırasında oluşan kalıtımın ürünleridir. Bu durum, hiçbir istisna olmaksızın tüm
davranış şekilleri için de geçerlidir". Bu doğru değildir ve Dobzhansky
gibi saygın birinin bunu dogmatik olarak savunması acınacak bir durumdur.
(Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s. 310)
Rabbin
bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda
kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana
kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde
şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir
topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69)
Canlılardaki olağanüstü
davranışların sırrını Allah Kuran'da Nahl Suresi'nde bal arılarını örnek
vererek bildirmektedir. Bal arıları Allah'ın ilhamıyla hareket etmektedirler.
Bu, sadece bal arısı için değil, tüm canlılar için geçerlidir. Canlıların
fedakar davranışlarını onlara ilham eden, olağanüstü yetenekler veren Yüce
Allah'tır.
Aslan doğadaki en güçlü
canlılardan biridir. Düşmanlarına karşı son derece yırtıcı olabilen aslanlar
yavrularına gelince çok hassas davranmaktadırlar. Aslan yavruları doğduklarında
çok küçüktür. Üç aylıkken et yemeye başlamalarına rağmen anne ve gruptaki diğer
aslanlar altı aylık olana kadar yavruları emzirmeye devam ederler.
Aslan ve leoparlar gibi
kedigiller yavrularını boyunlarının arkasından ısırarak taşırlar ve yavrular da
taşınırlarken tamamen hareketsiz kalırlar. Yavruların hareketsizliği annelerinin
onları güvenli bir şekilde taşımalarına yardımcı olur.
Aslanların yavrularına
gösterdikleri şefkat ve ihtimam evrimcilerin iddialarını geçersiz kılan
delillerden yalnızca biridir. Evrimciler doğadaki canlılar arasında sadece
güçlülerin üstün geldiğini, zayıfların elenerek yok olduğunu iddia ederler.
Doğada bencilliğin ve kıyasıya bir yaşam mücadelesinin hakim olduğunu öne
sürerler. Elbette ki doğadaki canlılar beslenebilmek veya güvenliklerini
sağlamak için avlanırlar, kendilerini korumak için kimi zaman
saldırganlaşabilirler. Ancak bunların yanısıra doğadaki canlıların büyük bir
çoğunluğu yavruları veya aileleri için, hatta sürülerindeki diğer canlılar için
dikkat çekici fedakarlıklarda bulunurlar. Kendi canlarını tehlikeye atarlar.
Bu canlılara, yavrularına
karşı şefkatli ve merhametli olmayı, sürülerindeki diğer canlıları da koruyup
kollamayı, tümüne ihtimam göstermeyi öğreten, herşeyin yaratıcısı olan Yüce
Allah'tır.
Allah canlılarda yarattığı
bu gibi özelliklerle bize sonsuz gücünü ve tüm varlıklar üzerindeki
hakimiyetini tanıtır.
Anne hayvanlar yavrularına
karşı bir tehdit olduğunda her zamankinden farklı davranışlar sergilerler.
Örneğin geyikler genellikle ürkek ve heyecanlı canlılardır fakat yavrularını
tehdit eden tilki veya kurtlara karşı sivri, kesici tırnaklarını kullanmakta
tereddüt etmezler. Eğer yavrularına saldırmak üzere olan düşmanları ile baş
edemeyeceklerini anlarlarsa, kendilerini hiç çekinmeden düşmanlarının önüne
atarlar. Böylelikle düşmanı yavrularından uzaklaştırırlar. (Russell
Freedman, How Animals Defend Their Young, s.57)
Bu canlılar neden kendi
canlarını tehlikeye atarak yavrularını korumaktadırlar? Daha önceki sayfalarda
da vurgulandığı gibi evrim teorisi taraftarları doğanın bir savaş yeri olduğunu
söylerler. Onlara göre canlılar birbirleri ile sürekli bir mücadele halindedir,
bunun sonucunda güçlüler üstün gelir, zayıf olanlarsa yok olur. Bu iddia son
derece yanlıştır. Geyiklerde olduğu gibi tüm canlıların yavrularını ölümü dahi
göze alarak korumaları evrimcilerin iddialarının ne kadar mantıksız olduğunu
bize açıkça gösterir.
Geyikleri, antilopları,
filleri, kuşları kısacası bütün herşeyi yaratan, üstün güç sahibi olan
Allah'tır. Allah gökteki ve yerdeki herşeyin sahibidir.
Doğumdan sonraki birkaç
gün içerisinde anne zürafa, zamanını yavrusunu yalayarak ve koklayarak geçirir,
bu şekilde hem yavru temizlenmiş olur hem de annesinin kokusunu öğrenir. Bu
koku, anne ve yavrunun kalabalık bir sürünün içinde birbirlerini bulmaları
gerektiğinde işe yarayacaktır. Herhangi bir sıkıntılı durum içerisinde bulunan
yavru, annesinin dikkatini çekmek için çeşitli sesler çıkarır. Annesi de onu
sesinden hemen tanır ve yardımına koşar.
Zürafalar yavrularını hiç
yanlarından ayırmazlar. Saldırıya uğradıklarında yavrularını vücutlarının
altına iterler ve ön ayakları ile düşmanlarına sertçe vurarak saldırırlar.
Küçük gruplar halinde
yaşayan zürafalar bütün yavrulara birlikte bakarlar. Yetişkin zürafalar
dönüşümlü olarak yavruların başında nöbet tutarlar. Bu güvenlik sistemi
sayesinde diğer anneler rahatlıkla bebek zürafaları bırakıp kilometrelerce
uzağa yiyecek aramaya gidebilirler.
Doğadaki tüm güzellikler
ve canlılar, bize Allah'ın yüceliğini gösterir. Bizler de Allah'ın varlığını
her zaman hatırlamalı, verdiği tüm nimetler için O'na şükretmeliyiz.
Allah herşey için
Kendisi'ne şükretmemiz gerektiğini, kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim'de şöyle
bildirir:
Allah,
sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki
şükredersiniz diye işitme, görme ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
Ördeklerin iyi
yüzmelerinin nedenlerinden biri ayak parmaklarının arasındaki ağlardır. Bir
ayaklarını geriye ittiklerinde bu ağlar onlara daha fazla itme kuvveti
verebilmek için genişler. Bu önemli özellik ördek yavrularında doğdukları ilk
andan itibaren vardır. Ördek yavrularını yaşamaları için gerekli olan bütün
özelliklerle birlikte yaratan herşeyi bilen Allah'tır.
Dişi ördeklerin tüylerinin
renkleri erkeklere oranla daha soluktur. Bu renk farkı yuvasında kuluçkaya
yatarak beklemesi gereken dişiler için önemli bir korumadır. Soluk renkleri
sayesinde dişiler yuvalarında daha güvenlikte olurlar. Ortama uygun soluk
renkleri bulundukları ortamda kamufle olmalarını sağlar ve düşmanları onları
kolayca fark edemez.
Öte yandan erkek ördekler
de yuva yapan dişilerini korumak için parlak renkli tüylerini kullanarak
düşmanların dikkatini üzerlerine çekerler.
Bir düşman yuvanın
yakınına geldiğinde erkek hemen havalanarak, çok fazla gürültü yapar ve düşmanı
yuvadan uzaklaştırabilmek için elinden gelen tüm çabayı sarf eder. Yavruları
için böylesine önemli, hatta kimi zaman sonu ölümle biten bir fedakarlık yapan
ördekler Allah'ın yaratma sanatının örneklerinden yalnızca biridir.
Fillerin en önemli
özelliklerinden biri, birbirlerine olan bağlılıklarıdır. Fedakarlık ve yardımlaşma
yalnızca aile bireyleri arasında değil, bütün sürü içinde görülür. Örneğin
avcılar sürüye ateş ettiklerinde filler kaçıp uzaklaşmak yerine tehlike
altındaki fillere doğru koşarlar. Birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan bu
topluluğun temelini ise yavru fil grubu oluşturur. (Janine M. Benyus, The
Secret Language and Remarkable Behaviour Animals, s.136)
Sürüde yeni doğmuş bir fil
bütün diğer filler tarafından büyük bir sevgi ve şefkatle karşılanır. Eğer
yavrunun annesi ölürse, sütü olan bir başka dişi fil yavruyu emzirmeye devam
edecektir. (David Attenborought, Trials of Life, s.50)
Anne ilk 6 ay boyunca her
yerde yavrusunu takip eder. İkisi de sürekli olarak birbirleriyle bağlantılı
olduklarını ifade eden sesler çıkarırlar. Bir yavru fil az da olsa sıkıntı ya
da herhangi bir tehlikeli durum içerisinde olduğunu belirten bir ses çıkarırsa,
grubun bütün üyeleri durumu incelemek için biraraya gelirler. Bu, düşmanlara
karşı oldukça caydırıcı bir davranıştır. (Janine M. Benyus, The Secret
Language and Remarkable Behaviour Animals, s.155)
Fillerin ve diğer
canlıların doğum öncesinde aralarında nasıl anlaştıkları, bütün fillerin
yavrular için nasıl olup da birlikte hareket ettikleri, onların ihtiyaçlarını
nasıl tespit edebildikleri elbette ki sorulması gereken sorulardır.
Bu hayvanların hiçbirinde
bunları kendi akıl ve iradeleriyle başaracak bir yetenek yoktur. Ayrıca
dünyanın her yerindeki filler, bu şekilde birbirlerine yardımcı olurlar. Bu,
hepsini tek bir Yaratıcının yarattığının bir göstergesidir. Bu sonsuz güç
sahibi Yaratıcı Yüce Allah'tır. Canlılar arasındaki şaşırtıcı özveri örnekleri,
Allah'ın yaratmasındaki mucizelerden biridir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle
buyurur:
Sizin
için hayvanlarda da elbette ibretler vardır… (Nahl Suresi, 66)
Anne
zebra yavrusunu korumak için ölümü bile göze alır. Bir saldırı olduğunda
kendisini yavrusu ile saldırganlar arasında siper eder. Yavrudan çok daha hızlı
koşabildiği halde, özellikle yavrusundan daha yavaş koşar. Böylece yırtıcı
hayvanların onlara yetişmesi halinde yavru kurtulacak ve kendisi ölecektir...
Bu çok tehlikeli olayın sonunda anne zebranın hayatını kaybettiği de olur.
Kendi hayatını ortaya koyarak yavrusunu koruyan zebraların bu davranışlarını
evrim teorisinin hayali iddialarıyla açıklamak mümkün değildir.
Doğadaki
bütün canlılar bir çaba içerisindedirler. Yaşamak için avlanırlar, kendilerini
korumaları gerektiğinde saldırganlaşabilirler. Evrimciler canlıların sadece bu
gibi özelliklerini alır, fedakarlık, yavruları koruma gibi davranışları ise göz
ardı ederler. Fedakarlığın yanı sıra işbirliği, dayanışma, birbirinin çıkarını
kollama gibi özellikler de canlılar aleminde sıkça karşılaşılan
davranışlardandır.
Doğanın yalnızca bir savaş
yeri olduğunu iddia eden evrim teorisi canlılar aleminde görülen fedakarlık
örneklerine hiçbir açıklama getiremez. Doğadaki yaşam evrim teorisinin temel
iddiasını açıkça ve kesinlikle geçersiz kılmaktadır. Evrim teorisi,
düşmanlarından kaçıp kurtulan bir zebranın, neden geri dönüp düşmanları
tarafından kuşatılmış olan diğer zebraları, üstelik de hayatını tehlikeye
atarak, kurtardığını kesinlikle açıklayamaz.
Canlılardaki fedakar ve
işbirlikçi davranışlar evrim teorisinin geçersizliğini bir kez daha ve tüm
açıklığıyla ortaya koyarken, önemli bir gerçeğin de delillerini oluşturmaktadır:
Tüm evreni üstün bir Yaratıcı olan Allah yaratmıştır ve her canlı Yaratıcımız
olan Allah'ın ilhamı ile hareket eder.
Allah,
her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi
iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir.
Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur
Suresi, 45)
Canlılardaki
fedakarlığın "milyonlarca yıllık bir evrim sürecinde gelişmiş" olması
asla düşünülemez. Bir bilince ve şuura sahip olmayan hayvanların sergiledikleri
akılcı davranışlar, ne onların geliştirdikleri bir stratejidir ne de tesadüfen
ortaya çıkan bir çözümdür. Doğada "yaşam mücadelesi" verdiği ve doğal
seleksiyonun ürünü olduğu iddia edilen bir hayvandan akılcı ve fedakarca
davranışlar beklemek mümkün değildir. Canlının fedakarca davranması,
Darwinizm'in en temel varsayımlarından biri olan "her canlı kendi yaşamı
için bencil bir mücadele sürdürür" tezini çürütmektedir.
Bu
canlıların tüm özelliklerinin tek açıklaması, yaratılıştır. Tüm hayvan
türlerinde gözlemlediğimiz dayanışma ve akılcı strateji örnekleri, Allah'ın
canlılar üzerindeki hakimiyetini açıkça gözler önüne sermektedir. Bu canlıların
sahip oldukları yetenekler ve sergiledikleri akılcı davranışlar kendilerine
öğretilmektedir. Tüm bunları söz konusu canlılara öğreten ve uygulatan,
herşeyin Yaratıcısı olan, yarattıklarını koruyup kollayan, sonsuz şefkat ve
merhamet sahibi olan Allah'tır.
Ayı yavruları kışın
ortasında, anneleri kış uykusundayken, kör ve tüysüz olarak doğarlar. Sincap
büyüklüğündeki yavru ayı yalnızca süt emeceği yere tırmanacak kadar güçlüdür.
Dişi kahverengi ayının sütü yağ ve kalori bakımından çok zengindir, bu yüzden
yavru, kış boyunca hızla büyür. Anne ayı ilkbaharda uyandığında yavru onu
yuvanın dışında izleyecek kadar güçlenmiştir.
Son derece hareketli olan
ayı yavruları yuva dışında çok korumasızdırlar. Bir yıl boyunca onları bütün
tehlikelerden koruyan annelerinin yanında kalarak kendilerine bakmayı
öğrenirler. Bu süre içinde sürekli beslendikleri için hızla büyürler ve sürekli
oyunlar oynarlar. Annelerinin üstüne tırmanmaya çalışır, diğer kardeşleriyle
sürekli boğuşurlar. Ayı da diğer bütün ebeveyn hayvanlar gibi yavrusunun
tehlikede olduğunu düşünürse düşmanlarına karşı çok yırtıcı olabilir. Anne ayı
üç yıl boyunca yavrularıyla hiç bıkmadan ilgilenir, onların hayatını koruma
altına alır. (http://www.nationalgeographic.com/kids/creature_feature/0010/brownbears2.html)
Fok balıklarının yaşadığı
bölgelerde hava, bahar aylarında bile en fazla -5 derece sıcaklıktadır. Ancak
bu, fokları hiç etkilemez. Çünkü, kürkleri ve vücutlarında depoladıkları yağlar
üşümelerini önler. Foklar kalabalık sürüler halinde yaşarlar.
Nasıl olup da bu kalabalık
sürünün içinde anne fok yavrusunu tanır? Diğer pek çok canlı gibi anne fok da,
doğumdan sonra yavrusunu koklar, dokunur. Bu sayede yavrusunun kokusunu tanır
ve onu başka yavrularla hiç karıştırmaz.
Yavrular bebek yağı
denilen bir yağla kaplı olarak doğarlar. Küçük vücutları bu yağ sayesinde
sürekli sıcak kalır. Memelilerden çok azının yavrusu fok yavruları kadar hızlı
büyür. Üç hafta içinde yavru, ağırlığının üç hatta dört katına çıkar. Çünkü
fokların sütü en iyi inek sütünden on iki defa daha yağlıdır ve dört kat daha
fazla proteinlidir. Bu, yavrunun çok hızlı büyümesini sağlar. Anne fokun özel
sütü bebek fokun vücudunda hemen koruyucu-yağlı bir tabakaya dönüşür.
Son derece aciz olan ve
kendini koruması mümkün olmayan fok yavrularının her türlü ihtiyaçları anneleri
tarafından karşılanır.
Allah yarattığı her
varlığı en güzel şekilde rızıklandıran, her türlü ihtiyaçlarını eksiksiz olarak
yaratandır:
Kendi
rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır. O,
işitendir, bilendir. (Ankebut Suresi, 60)
Kutup ayılarının
derilerinin altındaki 10 cm'lik yağ tabakası ısı yalıtımı sağlar. Böylece buzlu
sularda saatte 10-11 km. hızla, 2000 km. uzağa kadar yüzerek gidebilirler.
Bununla birlikte beyaz kutup ayılarının koku alma duyuları öylesine keskindir
ki 1.5 m. kalınlığındaki kar tabakasının altında saklanan bir fok balığının
kokusunu bile rahatça algılayabilirler. (Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı:211,
Haziran 1985, s.25)
Kutup ayılarının yavruları
genellikle kış ortasında doğarlar. Tüysüz doğan bu kör yavrular çok
küçüktürler. Kışın soğuğunda yaşayabilmeleri için bir yuva gerekmektedir. Dişi
kutup ayıları sadece hamile olduklarında ya da yavruları olduğunda yuva
yaparlar. Kar yığınlarının altındaki yuvalar, 2 metre uzunluğundaki bir
tünelle, yaklaşık yarım metre çaplı yuvarlak bir alandan oluşur.
Bu yuvaların genellikle
birden fazla odası vardır ve kutup ayıları bu odaları yuvanın girişinden daha
yüksek seviyede hazırlarlar. Böylece odalardaki sıcak havanın girişten dışarı
çıkması engellenmiş olur. Ayrıca kutup ayısı yuvanın girişinde her zaman hava
girecek kadar dar bir kanalı açık bırakır. (Thor Larsen, Polar Bear:Lonely
Nomad of the North, National Geographic, Nisan 1971, s.574)
Anne ayı barınağının
tavanını kimi zaman 75 cm'den başlamak üzere 2 m'ye kadar varan bir kalınlıkta
inşa eder. Bu özel tasarım sayesinde yuvadaki mevcut ısı korunmuş olur. (International
Wildlife, November- December 94, s.15)
Araştırmacılar bu
yuvalardan birinin tavanına bir cihaz yerleştirerek ısıyı ölçmüş ve hayli
ilginç bir durumla karşılaşmıştır. Dışarıdaki ısı -30 dereceye kadar düşerken,
yuva içindeki ısı 2 ya da 3 derecenin altına hiç düşmemiştir.
Kutup ayısının böyle bir
yuva yapmayı ve yuvadaki ısıyı korumak için çeşitli önlemler almayı
kendiliğinden düşünmesi elbette ki imkansızdır. Bütün bunları kutup ayısına
öğreten herşeyi bilen üstün güç sahibi Allah'tır. Kuran'da, Allah'ın canlılar üzerindeki hakimiyeti
şöyle açıklanır:
Göklerde
ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar.
(Rum Suresi, 26)
Anne
penguen yumurtladıktan kısa bir süre sonra kış bastırır. Bunun üzerine anne
penguenler, yumurtaları erkek penguenlere bırakarak besin aramak için denize
dönerler. Baba penguen yumurtayı donmaktan korumak için ayaklarının üstünde
taşır. Kalın tüyleri yumurtayı soğuktan koruyacaktır.
Bu çok zorlu bir dönemdir.
Çünkü erkek penguenler yerlerinden kıpırdayamadıkları için beslenemezler.
Bahar aylarında minik
penguen yavruları dünyaya gelir. Onları soğuktan koruyacak yağ tabakaları henüz
oluşmadığı için hala babalarının ayaklarının üzerindedirler. Yavrunun ilk
besini, babasının onun için kursağında sakladığı süttür. Baba penguen dört ay
boyunca aç kaldığı halde olağanüstü bir fedakarlıkta bulunmuş, kursağındaki
besini yemeyerek yavrusu için saklamıştır. Tam bu dönemde anne penguenler açık
denizden kıyıya dönerler. Onlar da bu dört ay boyunca boş durmamış, sürekli
avlanarak yumurtadan çıkacak yavru için kursaklarında besin depolamışlardır.
Anne penguenler gelir gelmez, dört aydır aç bekleyen baba penguenler avlanmak
için denize dönerler.
Evrim teorisini savunanlar,
bir penguenin dört ay boyunca yavrusu için açlığa ve soğuğa dayanmasını hiçbir
şekilde açıklayamazlar. Bu canlılara böylesine büyük bir fedakarlığı yaptıran
kimdir? Ayaklarının üstünde 4 ay boyunca yavrusunu taşıtan kimdir? Üstelik
bütün penguenlerin aynı fedakarlığı göstermesini onlara ilham eden kimdir? Bu
soruların tek bir cevabı vardır. Penguenleri Allah yaratmıştır. Yavruları için
yaptıkları benzersiz fedakarlıkları bütün penguenlere Allah öğretir.
Misk öküzleri Alaska,
Kanada'nın kuzeyi ve Grönland Adasında yaşarlar. Dişiler her Mayıs'ta bir yavru
doğururlar ve yavru doğumdan bir saat sonra ayağa kalkıp annesini izlemeye
başlayabilir.
Misk öküzleri bir düşmanla
karşılaştıklarında yüzlerini düşmana doğru dönerler ve bir daire oluşturarak
yavruları bu dairenin içine alırlar. Her biri 350-400 kg ağırlığındaki yetişkin
misk öküzleri omuz omuza vererek yavruları ile düşmanları arasında adeta bir
siper oluştururlar. Bu, yavrular için kesin bir korumadır. Daireyi oluşturan
bireylerin her biri düşmana saldırıp geri dönerler ve dairenin bozulmaması için
çalışırlar. Doğanın sadece acımasızlıklarla, saldırganlıkla dolu olduğunu iddia
eden evrim teorisi, misk öküzlerinin sergiledikleri bu fedakarca davranışa bir
açıklama getiremez. Bu son derece özverili davranışın tek açıklaması vardır:
Tüm canlılara bu gibi fedakar davranışları, benzersiz koruma yöntemlerini ilham
eden herşeyin sahibi olan, üstün güç sahibi Rabbimiz Allah'tır.
Yeni
doğmuş bir kanguru yavrusu ilk anlarda bir fasulye tanesinden daha büyük değildir
ve bacakları henüz gelişmeye başlamıştır. Ayrıca kanguru yavruları ilk
doğduklarında kördürler. Çünkü memeli yavrularının tümünün anne karnında
geçirdikleri bir dönemde dünyaya gelen yavrular tam olarak gelişmemiştir. Bu
nedenle yavru kangurular için annelerinin vücudunda hazırlanmış olan tüylü kese
çok önemli bir korunma yeridir. Bu kese yavru büyüdükçe genişleyecektir.
Kesenin girişinde yavrunun fırlamasını engelleyen özel kaslar vardır; bu
kaslar, anne kanguru suya girdiğinde de içeriye suyun dolmasını
engelleyecektir. (Creation, vol.20, n.3, June-August 1998, s. 29)
Kanguruların sütü de
yavruların tam ihtiyacı olan özelliklerdedir. Yavrunun büyümesiyle birlikte
sütün içindeki maddeler değişir. Sütün bileşimindeki yağ ve diğer bileşikler
yavrunun büyümesine paralel olarak zamanla değişir.
İlk yavru bu besleyici
sütü emmeye devam ederken hemen ardından doğan ikinci yavru için, hazmı kolay
olan süt verilmeye başlanır. Üçüncü yavru dünyaya geldiğinde ise, farklı
nitelikte üretilen sütlerin sayısı üçe çıkar. Her yavru kendine hazırlanan sütü
kolaylıkla bulur, hiç karışıklık olmaz. Bu beslenme sisteminin özel bir
yaratılışın eseri olduğu çok açıktır. Anne kangurunun bu işi bilinçli olarak
düzenleme imkanı yoktur.
Bir hayvan, nasıl olur da,
farklı büyüklüklerdeki yavruların ihtiyacı olan sütlerin bileşimini hesaplar?
Hesaplasa bile, bunu nasıl kendi vücudunda üretebilir? Bu üç ayrı sütü, üç ayrı
kanaldan nasıl verebilir?
Kuşkusuz kanguru bunların
hiçbirini kendisi yapmamaktadır; onun, vücudundan çıkan sütün üç ayrı türü
olduğundan haberi bile yoktur. Bu, olağanüstü işlem, kangurunun yaratılışındaki
ihtişamdan kaynaklanmaktadır:
...
O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene,
ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitaptadır.
Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır. (Fatır Suresi, 11)
Rakun yavruları altı aylık
olduklarında ölü ağaçlara kurulmuş olan yuvalarından anneleriyle birlikte keşfe
çıkarlar. Annelerinden aldıkları talimatlarla hareket ederek, zaman içinde
becerikli birer avcı olurlar.
Allah'ın ilhamıyla hareket
eden anne rakun yavrusunu sürekli koruyup gözetmektedir. Rakunlar da diğer
bütün canlılar gibi Allah'ın koruması altındadırlar.
Geyik yavruları diğer
birçok canlının yavrularına oranla güçsüzdürler. Doğumdan sonra hemen ayağa
kalkabilirler ancak çok daha sonra yürüyebilirler. Peki bu canlılar
düşmanlarından nasıl korunurlar?
Gizlenme, annesi gibi
hızlı koşabilene kadar yavru geyiklerin en iyi savunmasıdır. Vücutlarının rengi
ve desenleri sayesinde bulundukları ortamda adeta görünmez hale gelirler. Anne
geyik, ormanlık bölgenin çalılıkları içinde benekli yavru geyiği gizler. Yavru
geyiğin kırmızımsı kahverengi postunun üzerindeki beyaz benekler güneş ışığıyla
karışır; ayrıca annesi uzakta olduğunda yavru geyik hareketsiz uzanarak bekler.
Anne geyik de genel olarak yavrunun yakınlarında bir yerlerdedir fakat dikkati
yavrunun üzerine çekmemek için kısa ziyaretler dışında yanına çok fazla
yaklaşmaz. (Russell Freedman, How Animals Defend Their Young, s.47-48)
Yavru geyik gizlenerek
korunması gerektiğini nasıl bilmektedir? Derisinin renklerinin, bulunduğu
yerdeki otlarla uyumlu olduğunu ve hareketsiz kaldığında düşmanlarının
kendisini göremeyeceğini nereden bilmektedir?
Elbette ki bunları
yavrunun kendiliğinden bilmesine olanak yoktur. Bunları ona, her canlıyı
koruyan, hepsinin ihtiyaçlarını bilen Yüce Allah ilham etmektedir:
Göklerde
ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür. (Şura Suresi, 4)
Dağ keçilerinin yavruları
doğduktan kısa bir zaman sonra anneleriyle birlikte hareket etmek
zorundadırlar. Aksi takdirde savunmasız kalırlar. Herşeyi kusursuz yaratan
Allah dağ keçilerinin yavrularına da ihtiyaçları olan bütün özellikleri
vermiştir.
Keçi yavruları
doğduklarında hem görebilir hem de işitebilirler. Ayrıca onları soğuktan
koruyacak olan tüyleri de yeterince uzundur. Bunlar, doğar doğmaz anneleriyle
birlikte dik yamaçlarda hareket etmeye başlayan dağ keçisi yavruları için çok
önemli özelliklerdir. (National Geographic Society, How Animals Care for
Their Babies, s.8)
Doğadaki en vahşi
canlılardan biri olan kurtlarda, yetişkinlerin ortak görevi yavruları
savunmaktır. Bir kurt sürüsü bir erkek, bir dişi, yeni doğan yavrular ve kimi
zaman da bir veya iki genç kurttan oluşur. Sürüdeki dişiler kendi aralarında
yardımlaşırlar. Bazen sürüdeki dişilerden biri bebek kurtlara bakıcılık yapmak
için gece boyunca yuvada kalır. Bu sayede
yavruların annesi avlanmaya gidebilir.
Kurtlar arasındaki bu
yardımlaşma; canlılar arasındaki fedakarlığın boyutlarını göstermektedir. Ve
canlıların bencil olduğunu iddia eden evrim teorisi savunucularına bir cevap
niteliğindedir.
Sinek kuşlarının yaptıkları yuva, bir golf topunun
ancak yarısı kadar büyüklüktedir. Yuvanın en dikkat çekici özelliği yavrular
büyüdükçe bu yuvaların da otomatik olarak büyümesidir. Çünkü yuvanın malzemesi
olan ağaç kabukları, yosun veya bitki sapları, son derece sağlam ve esnek olan
örümcek ağları ile birbirine bağlanmıştır. Bir kuşun yuva yapımı için böyle
kullanışlı bir malzeme seçmiş olması elbette ki üzerinde düşünülmesi gereken
bir konudur. Yeryüzündeki bütün canlılar gibi Allah'ın ilhamıyla hareket eden
sinek kuşları da son derece akılcı bir taktikle yavrularının konforunu sağlamış
olurlar.
Yavrular, yumurtadan çıktıklarında kör ve
tüysüzdürler. Anne kuş yavruların herşeyiyle ilgilenir. Öyle ki yuvadan
uçtuklarında bile yine de onları takip eder ve kendi kendilerine beslenebilene
kadar kontrolü altında tutar. Sinek kuşuna son derece akılcı bir taktikle
esneyip genişleyebilen yuva yapmayı ve yavrularına karşı duyduğu sorumluluk
duygusunu ilham eden tüm canlıları koruyup gözeten Rabbimiz'dir.
Topluca bir adada yuvalar kuran deniz
kırlangıçlarının yumurtaları tam olarak güvenlikte değildir. Çünkü ada kanatlı
hırsızlar için kolay ulaşılabilir bir yerdir. Komşularıyla yanyana yuva
kurmaları onlara havadan gelecek bir tehlikeye karşı koruma sağlar. Bir yerde
herkesten ayrı olarak durmak tüm dikkatin sizin üzerinizde toplanmasını sağlar
fakat kalabalık bir grubun içerisinde bulunmak demek yakalanma ihtimalinizin
daha az olması demektir. Kuşlar bunu bilirmişçesine hareket ederler. Ayrıca
komşu kuşlar saldırganı geri püskürtme konusunda da yardımcı olurlar. Allah her
canlıyı koruyup gözetendir. (David Attenborough, Life of Birds, s.221)
Albatroslar deniz kuşlarının en büyüğüdür.
Kanatlarının genişliği diğer kuşlar arasında en geniş ölçü olan 3.5 metreye
ulaşır. Bu kuşların bir özelliği de yumurtalarını ve yavrularını koruyabilmek
için son derece özenli yuvalar kurmalarıdır. Üreme zamanlarında koloniler halinde
toplanırlar. Dişiler gelmeden haftalar önce, erkekler gelip burada daha önceden
bulunan yuvaları tamir ederler.
Albatroslar, özenle hazırlanan yuva içerisindeki
yumurtaların üzerinde yaklaşık 50 gün boyunca hiç kımıldamadan dururlar. Birçok
canlı türü gibi albatroslar da yavruları için çok büyük fedakarlıklar
yapmaktadırlar. Bu canlılara yavrularının rahatını düşünmeyi, onları
beslemeleri, korumaları gerektiğini öğreten Yüce Allah'tır. Allah yarattığı her
canlıyı koruyan gözetendir.
Gelişmekte olan bir civcivin gereksinim duyduğu
besin ve su yumurtada mevcuttur. Yumurtanın sarısı, protein, yağ, vitamin ve
mineraller içerirken, akı da bir su deposu işlevini görür. Ayrıca civcivin
oksijen almaya ve karbondioksitini dışarı atmaya, bir ısı kaynağına, kemiklerinin
gelişmesi için kalsiyuma, suyunun korunmasına, bakterilerin bulaşmasını
engelleyecek ve mekanik darbelere karşı koruyacak bir sisteme gereksinimi
vardır. Tüm bunları da yumurtanın kabuğu karşılar.
Civciv, kabuk zarlarının iç yüzeyinde bulunan bol
damarlı bir katman aracılığıyla oksijen alır ve karbondioksitini atar. Gaz alıp
verme, erişkin hayvanlarda olduğu gibi akciğerlerle değil, kabuktaki küçük
gözenekler yoluyla olur.
Bir yumurta kabuğunun, gaz, su ve ısı işlemini
düzenlemesi gerektiği kadar sağlam da olması gerekir. Kabuk, gelişmekte olan
civcivi dış darbelere karşı koruyacak ve kuluçkaya yatan annenin ağırlığını
kaldırabilecek kadar dayanıklı olmalıdır.
Bütün bu özellikler yumurtada eksiksiz olarak
mevcuttur. Gökten yere her işi kontrolü altında tutan Allah kusursuz
yaratmasını bu gibi örneklerle bize tanıtır.
Ördek gibi su kuşları havayı vücutlarının içinde
taşırlar. Bu, suyun üstünde kalmalarını sağlayan sebeplerden biridir.
Ördeklerin vücudunda küçük balonlara benzeyen hava kesecikleri vardır. Bu
kesecikler havayla dolduklarında ördeğin suyun içinde kalabilmesine yardımcı
olurlar.
Ördek dalmak istediğinde ise hava keseciklerindeki
havayı dışarıya pompalar. Vücudunun içinde daha az hava kaldığı için kolaylıkla
suyun içine batar.
Ördekler uçarken saatte 50 km.'nin üzerine
çıkabilirler. Ayrıca yırtıcı hayvanlara yem olmamak için de uçarlarken sürekli
rotalarını değiştirirler. Suya dalmaları gerektiğinde bunu o kadar hızlı bir
şekilde yaparlar ki avcılar için çok zor bir hedef olurlar. (National
Geographic, Kasım 1984, s.581)
Su kuşlarından olan dalgıç kuşlarının yavruları su
üstündeyken annelerinin sırtında yolculuk yaparlar. Anne kuş yavrularının
düşmelerini engellemek için kanatlarını hafifçe yana doğru açar ve yavrularını,
başını yana doğru uzatarak besler. Anne veya baba ilk olarak ya suyun üzerinden
topladıkları ya da göğüslerinden kopardıkları tüyleri yavrularına yedirirler.
Her yavru oldukça fazla miktarda tüy yutar. Bunların hazmı güçtür ancak yine de
yavrular için çok değerlidirler. Ne var ki bu ilk ikram aslında bir yiyecek değildir.
Yavruların yedikleri bu tüyler sindirilemez ve
yavrunun midesinde birikir. Dalgıç kuşlarının bu ilginç davranışlarının çok
önemli bir sebebi vardır. Balıkların kılçıkları veya diğer besinlerin sindirilemeyen
kısımları da burada birikir ve böylece bu maddelerin yavrunun midesinin ve
bağırsaklarının hassas duvarlarını zedelemesi engellenmiş olur.
Kuşların bu tüy yeme alışkanlıkları ömürleri
boyunca sürecektir. (David Attenborough, Life of Birds, s. 256) Yavruların
hayatta kalabilmesi için bu tedbir çok önemlidir.
Dalgıç kuşları da dahil olmak üzere, doğadaki her
canlı, sahip oldukları özellikleriyle bizlere bir Yaratıcının var olduğunu
ispatlar. Herşeye gücü yeten O üstün ve sonsuz güç sahibi Yaratıcı, Allah'tır.
Her canlı kendisini yaratan Allah'ın takdir ettiği şekilde hareket eder.
Ünlü
biyolog Prof. Jeffrey P. Schloss hayvanların fedakar davranışlarının
Darwinizm'le olan çelişkisinden şöyle bahsetmektedir:
"Doğal seleksiyon, tanım olarak üreme
başarısını ve akraba olma özelliklerini yok eder. Akraba ilişkileri bazen
birinin yararına diğerinin zarar görmesini içerir. Biyolojik fedakarlık,
genetik olarak, başkalarının yararına kendi kendini imha etme davranışı olarak
tanımlanır ve Darwinizm ile asla açıklanamaz." (William Dembski,
Mere Creation, Science, Faith & Intelligent Design, InterVarsity Press,
USA, 1998, s. 238; [Wilson 1975, 578])
Turna
kuşlarının yavruları çok iyi birer yüzücüdürler öyle ki yumurtadan çıktıktan
birkaç saat sonra yuvadan ayrılıp ebeveynlerini izleyebilirler. Yavrular ve
ebeveynleri arasında bir tür iletişim sesi vardır. Yetişkinlerinki yumuşak
mırıltılı bir sesken yavruların sesi yüksek perdededir. Yavrular tehlikede ya
da bir sıkıntı içinde olduklarında yüksek ve daha tiz bir ses çıkarırlar,
ebeveynler de bunlara hemen tepki verirler.
Üreme sezonunda ebeveynler
karada olur, yavrularını yetiştirecekleri bölgeyi her ikisi de korurlar. Dişi
yumurtaları bırakınca her iki ebeveyn de gün içinde sırayla kuluçkaya yatarlar, ama kuluçka döneminin
sonuna doğru bu değişim daha sık olur. Böylece her iki kuş da beslenip, hareket
edebilir.
Yumurtadan çıkma zamanı
yavruların beslenecekleri böceklerin ortaya çıkma zamanı ile aynıdır. Bu
zamanlama turnalar için çok önemlidir, çünkü kış gelmeden önce göç etmeleri
gerekmektedir. Bunun içinse yavruların büyüyüp gelişmesi ve güç kazanması
şarttır.
Turnaların yaşamındaki
bunlara benzer bütün detaylar üstün güç sahibi bir yaratıcı olan Allah'ın
eseridir.
Kuğu yavruları yumurtadan
çıktıklarında çok çirkindirler. Kahverengi ya da krem rengindedirler. Kısa
boyunlu ve sık tüylerle kaplı olarak yumurtadan çıkan yavrular birkaç saat
içinde koşabilecek ve yüzebilecek duruma gelirler. Anne ve babaları yavrularına
birkaç ay boyunca özenle bakarlar. Sonunda küçük yavru muhteşem görünümlü bir
kuğuya dönüşür.
Kuğuların Trumpeter türü,
gelişmekte olan yumurtalarının sıcak kalmalarını sağlamak için, yumurtaların
üzerine otururlar. Sadece zaman zaman ayağa kalkarak yumurtaları çevirirler.
Böylece ısının her yere eşit dağılmasını sağlamış olurlar. Kuşkusuz ki
yumurtalarının nasıl bir bakıma ihtiyaçları olacağını kuğulara ilham eden
Allah'tır. (Nat. Geo. Society, How Animals Care for Their Babies, s.6)
Çok iyi birer dalıcı olan
sümsük kuşları zamanlarını büyük ölçüde denizlerde geçirir, kıyılarda ya da
adalarda koloniler halinde ürerler. Kolonideki yuvalar deniz yosunları ve
çamurdan yapılmıştır. Kuzey yarı kürede yaşayan sümsük kuşları bir, Güney yarı
kürede yaşayanlarsa iki tane yumurta bırakırlar. İki aylık olduklarında erişkinler
tarafından yalnız bırakılan yavrular av bulmaya çıkar ve çoğu kez yuvalarından
çıktıklarında hemen uçmaya başlarlar. (Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt
6, s. 204)
Tayland ormanlarında
yaşayan yavru leylekler son derece dikkat çekici bir yöntemle sıcaktan
korunurlar. Anne ve babaları gagalarında getirdikleri suyu henüz tüyleri
çıkmamış yavrularının üzerine boşaltır. Bu soğuk duş yavruları biraz olsun
rahatlatır, ama bu yeterli değildir. Yavruların gölgeye de ihtiyaçları vardır.
Bu ihtiyaçlarını ise yine
fedakar anne ve babaları karşılar. Kanatlarını açıp kızgın güneşe kendilerini
siper ederek yavrularını sıcaktan
korurlar.
Leylekler, yavrularına
gösterdikleri özen, bağlılık ve fedakarlıkla yeryüzünün örnek anne babalarından
biridir. Doğayı inceledikçe, hep aynı gerçekle karşılaşırız: Tüm canlıları
Allah yaratmıştır ve her canlı, sahip olduğu mükemmel özelliklerle yaratılışın
birer delilidir. Tüm bu muhteşem yaratılışın sahibi, göklerin, yerin ve ikisi
arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Akıl sahibi insanlara
düşen ise, Allah'ın yaratması üzerinde düşünmek ve Rabbimiz'i övüp
yüceltmektir.
Afrika kıtasındaki
sıcaklık kimi zaman canlılar için öldürücü olabilir. Bu nedenle birçok canlı bu
öldürücü ışınlardan korunmak için kendisine gölgelik mekanlar arar. Güney
Afrika devekuşu ise kendinden çok yumurtalarını ve yavrularını düşünerek onları
güneş ışığından korur. Bunun için onların üzerinde durur ve sık sık geniş
kanatlarını açarak güneş ışığının yumurtalarına ve yavrularına gelmesini önler.
Ancak dikkat edilirse, bu hayvan güneşin ışınlarına, "kendi vücudunu"
maruz bırakmaktadır. Bu fedakarca davranışın nedeni devekuşunun da diğer bütün
canlılar gibi Allah'ın ilhamıyla hareket ediyor olmasıdır. Devekuşu Allah'ın
koruma ve şefkat duyguları ilham ettiği canlılardan yalnızca biridir:
…
Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O'na teslim
olmuştur ve O'na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)
Yunusların yavruları
üzerindeki koruması doğumla birlikte başlar. Doğumdan hemen önce, anne yunusun
hareketleri ağırlaşır. Bu nedenle doğum anında ona yardım eden dişi yunuslar
vardır. Yardımcı yunuslar, doğumdan önce bir zarar gelmemesi için anne yunusun
iki yanında yüzer, yavru çıkmasya gelince onun su üstüne çıkmasını ve nefes
almasını sağlarlar.
İlk iki hafta yavru
annesinin yanından hiç ayrılmaz. Küçük yunus doğduktan kısa bir süre sonra
yüzmeyi başarır ve bu süre zarfında da yavaş yavaş annesinden uzaklaşmaya
başlar. Ancak yeni doğum yapmış olan anne yunus, yavrunun hızlı ve atak
hareketlerine ayak uyduramayacağı ve onu yeterince koruyup gözetemeyeceği için
bu durumda yine devreye yardımcı dişi yunus girer ve yavruya mükemmel bir
koruma oluşturur. (Hayvanlar
Ansiklopedisi, (Memeliler), s.29)
Canlıların kendi
çıkarlarını gözetmeyen davranışları Darwinizm'e açıkça meydan okur. Çünkü
evrimcilere göre bu davranışların -örneğin bir hayvanın başka birine yardım
etmesinin- canlının hayatta kalabilmesine bir faydası yoktur. Hatta tam tersine
fedakarlık yapan hayvan açısından kimi zaman hayati risk taşımaktadır.
Bu tarz fedakarlıklara bir
örnek olarak yiyeceğinin yarısını, sindirilmiş şekilde yavrusunun ağzına geri
çıkaran anneleri verebiliriz. Bu konudaki bir diğer örnek ise yaralanmış olan
arkadaşlarına yardım eden yunuslardır. Bu yunuslar kaçmak yerine kendi hayatta
kalma imkanlarını kayda değer bir şekilde azaltan fedakar bir davranış
sergilemektedirler. (Gordon Rattray
Taylor, The Great Evolution Mystery, Abacus, London, 1984, s. 224)
Yunuslar, yavrularını
tehdit eden köpek balıklarından kurtulmak için grup olarak harekete geçerler.
Yunuslardan biri veya ikisi köpek balığının dikkatini çekmek için dışarıdan
yüzer. Köpek balığı bu tuzağı izlemek için döndüğünde, diğer yunuslar diğer
tarafa doğru hareket eder ve kuvvetle saldırırlar, biri diğerinin arkasından
hızla hücum ederek, burunlarını köpek balığının yanlarına hızla çarparlar. Bu,
köpek balıkları için oldukça caydırıcı bir yöntemdir, hatta kimi zaman
yunusların bu şekilde köpek balıklarını öldürdükleri bile olur. (Russell Freedman, How Animals Defend Their
Young, s. 67)
Deniz atları sıcak okyanus kıyılarında rahat
saklanabilecekleri yosun, mercan ya da süngerlerin arasında yaşarlar. Sert ve
kalın derileri, düşmanlarına karşı zırh görevi yaparken, aynı anda birçok yöne
bakabilen gözleri de avları için büyük bir tehlike oluşturur. Erkek deniz
atları, dişi kangurulardakine benzer bir keseye sahiptir. Çiftleşme zamanında
dişi deniz atı bu keseye çok sayıda yumurta bırakır. Yumurtalar, 1,5 ay boyunca
kesede kalır. Erkek deniz atı gelişip minik birer deniz atı olana kadar
kesesinin içindeki bir sıvı ile yumurtalarını besler ve kuluçka kesesinin iç
dokusunda bulunan kılcal damarlar aracılığıyla onlara oksijen sağlar. (A.Vincent, The Improbable Seahorse,
National Geographic, Ekim 1994)
Su kaplumbağaları üreme
vakitleri geldiğinde sahile akın ederler. Ancak bu sahil herhangi bir sahil
değil, kendi doğdukları sahildir. Doğum yerlerine dönebilmek için zaman zaman,
800 kilometrelik bir yol katetmek zorunda kalırlar. Bu yolun sonunda da, yumurtalarını,
sahilde kumların altına gömerler. Peki neden hepsi aynı vakitte, aynı sahile
toplanırlar? Acaba aynı işlemi, ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı sahillerde
yapsalar, yavrular hayatta kalabilir miydi?
Bu konuyu araştıranlar son
derece dikkat çekici bir durumla karşılaşmışlardır. Yumurtadan çıkan ortalama
31 gramlık minicik yavrular, üzerlerindeki toprak tabakasını tek başlarına
kazamazlar. Ama hep birlikte, birbirlerine yardım ederek bu işi kolaylıkla
başarırlar. Birkaç gün içinde hep birlikte kumun yüzeyine çıkarak denize doğru
koşarlar.
Yeni dünyaya gelmiş bu
yavrular, toprağı kazarak yukarı doğru ilerlemeleri gerektiğini nereden
bilirler? Hiç görmedikleri halde denize yönelmeleri gerektiğini onlara kim
öğretmiştir? Bu minik canlıların bunları kendi akıllarıyla yapması mümkün
değildir. O halde bu bilinçli davranışlar nasıl ortaya çıkar? Bu sorunun tek
bir cevabı vardır: Bu bilinçli davranışları su kaplumbağalarına Allah ilham
etmiştir.
Meerkat isimli canlılar
topluluk halinde yaşarlar. Aralarında örnek bir dayanışma vardır ve bu onlar
için hayati önem taşır; çünkü yaşadıkları bölge birçok tehlikeyle doludur.
Meerkatler her sabah önce güvenlik kontrolü yapar ve sonra yiyecek bulmak üzere
araziye dağılırlar.
Bu toplulukta her bireyin
farklı bir görevi vardır. Örneğin bazı meerkatler diğerlerinin güvenliği için
nöbet tutarlar. Kızgın güneşin altında saatlerce hiçbir şey yemeden ve içmeden
beklerler. Nöbetçi, bir tehlikeyle karşılaşınca alarm vererek arkadaşlarını
uyarır. Bunu duyan diğer meerkatler, yuvalarına koşup saklanırlar.
Grubun en büyük
sorumluluğu ise, yavruları korumak ve yetiştirmektir. Genç dişiler yavrulara
bakmakla görevlidirler. Her gün bir meerkat yuvada kalarak yavrulara bakar.
Sürü içindeki yardımlaşma ve işbirliği yavruların güvende olmalarını sağlar.
Meerkatler arasındaki
dayanışma ve fedakarlık, Allah'ın bu canlılara öğrettiği davranışlardır.
Bir antilop yavrusunun
doğması beş-on dakika sürer. Anne bu süre içinde güçlükle hareket eder ve
düşmanlarına karşı savunmasızdır. Ancak dişi antilop doğum esnasında yalnız
değildir. O sırada yanında sürüdeki bir başka dişi ona yardım etmek ve korumak
için hazır bulunmaktadır.
Yavrunun doğduğu ilk andan
itibaren kaybedecek vakti yoktur. Annesi hemen onu burnuyla iterek harekete
geçirir. Yavru birkaç adım koşar ancak bacakları çok güçsüz olduğu için yere
düşer. Tekrar ayağa kalkar ve birkaç adım daha koşar. 15 dakika içinde
annesinin yanında dörtnala koşuyor duruma gelmiştir. Yavru antilop her zaman
annesiyle birlikte hareket eder, onun
yanından hiç ayrılmaz çünkü annesinden ayrılacak olursa, aç kalacak veya
yırtıcı hayvanlar tarafından öldürülecektir.
Doğadaki herşey sonsuz
ilim ve kudret sahibi Allah'ın eseridir. Antilop yavrusunu çok kısa bir zaman
içinde annesiyle birlikte koşacak güce sahip olacak şekilde yaratan Allah üstün
kudret, şefkat, merhamet, akıl, ilim ve hikmet sahibidir.
Anne gergedan kendi
kilosunun yalnızca %4'ü ağırlığında küçük bir yavru dünyaya getirir. Doğumdan
sonraki 1 saat içinde yavru gergedan küçük zırhlı bedenini ayağa kaldırabilir
hale gelir. Anne ve yavru birkaç hafta gözlerden uzak bir yerde birlikte
kalırlar ve bu şekilde birbirlerinin kokularını tanımış olurlar.
Anne ve yavrusu, bir
sonraki yavru doğuncaya kadar -yaklaşık 3 ila 5 yıl boyunca- sürekli
birliktedirler. Yavru çoğunlukla annesini takip eder. 1-2 yaşında süt içmeyi
bırakmasına rağmen annesinden ayrılmaz ve bir sonraki hamileliği boyunca da
annesiyle birlikte hareket eder. Büyük bir sabırla yavrusuyla ilgilenen anne
gergedana bu koruma içgüdüsünü veren Yüce Allah'tır. (Janine M. Benyus, The Secret Language and Remarkable Behaviour
Animals, s.186)
Bu aile birbirine çok
bağlı üyelerden oluşur. Anne çita ve yavruları… Anne çita yavrularını
yetiştirdiği dönem boyunca çok büyük fedakarlıklarda bulunur. Onları besleyebilmek
için çoğu zaman aç kalır ve kilosunun yaklaşık olarak yarısını kaybeder. Hatta
gerekirse kendi hayatını yavruları için feda eder. Örneğin bir aslan yavrular
için büyük bir tehlikedir. Anne çita hiç düşünmeden kendini aslanın önüne atar.
Hayatını tehlikeye atarak aslanın dikkatini kendine çeker ve yavrularına
kaçmaları için zaman kazandırır. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli
bir davranıştır.
Eğer bu hayvan evrim
teorisini savunanların iddia ettikleri gibi, tesadüfen var olmuş ve yalnızca
hayatta kalmayı düşünen bencil bir yaratık olsaydı, ondan yapması beklenen,
yavrularını bırakıp kaçması olurdu. Ancak çita bunu yapmaz. Kendini aslanın
önüne atar ve gerekirse yaşamını feda eder. Şüphesiz anne çitaya bu örnek
fedakarlık duygusunu veren Allah'tır.
Sincaplar yavrularını
sarkık göbeklerinden dişleriyle kaldırırlar. Anne sincap, yuvası bozulduğunda
yavrularını oldukça uzak bir mesafe de olsa hiç üşenmeden taşır. Her defasında
bir yavrusunu taşır ve hepsinin güvenle taşındığına ikna olana kadar eski
yuvasına geri dönüp, bakar.
Evrim
Yanılgısı
Darwinizm, yani evrim
teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı
olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız
maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok
mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin
hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 300 milyona yakın fosilin
bulunmasıyla çürümüştür. Böylece
Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da
kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında
yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı
yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda
gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı
olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü
ve yaratılışın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel
detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük
önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski
Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak 19.
yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli
gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı
kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın
ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına
göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük
değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir
somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir
"mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin
Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli
soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin
önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim
karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın
yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü
"evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip
olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim
teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel
başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı
türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek
bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup
da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir
evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı,
teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen
evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk
hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış'ı
cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve düzenleme
olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini
iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı
bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına
aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın
kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim
anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre,
cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık
oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından,
farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de
ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve
biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da
hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha
sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden
oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan
çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni
adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri
inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının
yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime
temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve
deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız maddelerin hayat
oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution
and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, sf. 2)
Evrim teorisinin
savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen
bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın
kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın
kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu.
Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin
tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar
başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef hücrenin
kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır." (Alexander I.
Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint),
sf. 196)
Oparin'in yolunu izleyen
evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya
çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin
geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından
çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life",
Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, sf.
1328-1330)
Uzun süren bir
sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi
olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller,
Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small
Molecules, 1986, sf. 7)
Hayatın kökeni sorununu
açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep
başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu
gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride
bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş
problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, sf. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın
kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit
sanılan canlı yapıların bile olağanüstü derecede kompleks yapılara sahip
olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha
komplekstir. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler
biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana
gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar
fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak
sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950'de
1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak
"imkansız" sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi
saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının
içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900
ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir
ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin)
yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler
doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana
gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın
kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California
Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu
gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks
yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde
ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır.
Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla
insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie
E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994,
sf. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın kör
tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda
hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini
geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları"
olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip
olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen
"doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği
önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal
seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü
canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar
tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler
hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden
oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka
bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal
seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu
gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek
zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The
Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press,
1964, sf. 189)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı
değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim
anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı.
Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları
sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar,
nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar
ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken
nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler
vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren
bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, sf. 184)
Ama Mendel'in keşfettiği
ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları,
kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak
yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle
etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma
bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik
Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar.
Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi"
olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya
da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala bilimsel
olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model
neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu
canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için
canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir:
DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir
tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu
şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele
ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania:
The Banner Of Truth Trust, 1988.)
Nitekim bugüne kadar
hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi.
Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim
mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi,
"tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir
"evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması
olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia
ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil
kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin bilim
dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var
olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde
ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir
zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen
uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış
olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık
özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri
kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da
sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış
sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları
için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış
olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını
verirler.
Eğer gerçekten bu tür
canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca
hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka
fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa,
türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış
olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles
Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard
University Press, 1964, sf. 179)
Ancak bu satırları yazan
Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı.
Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin
Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı
bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür
türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden
sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde
değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu
olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak
bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu
değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve
belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species, s.
172, 280)
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın
ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları
yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog
(fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle
itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil
kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde
olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen
değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record",
Proceedings of the British Geological Association, c. 87, 1976, sf. 133)
Yani fosil kayıtlarında,
tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle
aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası,
bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir
canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve
kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır.
Bu gerçek, ünlü evrimci Biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim,
yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek
meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları
gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on
Trial, New York: Pantheon Books, 1983. sf. 197)
Fosiller ise, canlıların
yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil
yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini
savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu
konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan
geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan
ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia
edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel
"kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların
sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen
"Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu
tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve
Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin
Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar,
bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve
insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger
Publications, 1970, sf. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of
Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c. 258,
sf. 389)
Evrimciler insan evriminin
bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar.
İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha
gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına
dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte
bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla
ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından
biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte
kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J.
Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American,
Aralık 1992)
Evrimciler
"Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo
sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin
atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları,
Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde
aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207, 1980, sf. 1103; A. J. Kelso, Physical
Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, sf. 221; M. D.
Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, sf.
272)
Dahası Homo erectus
sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar,
Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı
ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time,
Kasım 1996)
Bu ise elbette bu
sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça
ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould,
kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu
çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel
bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim
soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz.
Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould,
Natural History, c. 85, 1976, sf. 30)
Kısacası, medyada ya da
ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan"
canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya
çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan
ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar
inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan
İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir
evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir
soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç
bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi
dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze
oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani
somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra
biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani
en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati,
altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de
"insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle
açıklar:
Objektif gerçekliğin
alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum
ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim
teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki
teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda
kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly
Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, sf.
19)
İşte insanın evrimi masalı
da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı
fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele
aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma
bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık
bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın
tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre
cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve
sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana
getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot,
potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom
yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz.
İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında
savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına
"Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük
varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen,
demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal
şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri
malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar
amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali
10-950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda
ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar.
Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu
uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta
trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması
için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak
serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir
canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri,
papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri,
muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların
tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz
atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek
bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron
mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen
profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat
bulur.
Bunun aksini iddia eden
evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya
attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu
gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin
kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün
algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya
geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir
cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki
hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka
kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik
sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak
algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır.
Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez.
Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç
karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta
ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve
kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen
bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan
ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü
başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir
numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi
veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun
için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve
tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda
elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu
göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa
siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce
mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya
çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu
da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç
boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu
kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia
etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda
oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi
dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz
atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha
ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün
gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak
için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla
toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek
iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine
dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de
beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için
de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez.
Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir.
Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir
orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü
duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi
ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde
edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar
onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok
elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır.
Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana
rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En
büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi
kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit
oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece
net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi
cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun
yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı
birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme
olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl
renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü
koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden,
kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider.
Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl
oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli
gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini
görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa,
burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur
kime aittir?
Elbette bu şuur beyni
oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu
yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu
sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış
olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa
ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği
okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana
tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı
düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar
incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia
olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime
aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi
yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını
göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce
olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren
modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim
teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile
çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim
teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir
inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve
Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf
da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde
gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim
adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir
inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç
bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin
yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori'
bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma
yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre
de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted
World", The New York Review of Books, 9 Ocak 1997, sf. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in,
materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık
ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu
nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca
farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların,
böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi
içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin
içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul
etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların kökenine
materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler:
Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının
eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde
düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek
gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece
aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği
gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu,
molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş'e
tapmasından, Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz.
Musa'nın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları buzağıya
tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum,
Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların
anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini
birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz,
inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar.
Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde
perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
…
Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler,
kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha
aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah Hicr Suresi'nde ise,
bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle
bildirmektedir:
Onların
üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir
kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar
uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine
inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da,
inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle
insanları etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere
bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa'ya,
kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde
karşılaşmasını söyler. Hz. Musa, büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce
onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet
şöyledir:
(Musa:)
"Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini
büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş
oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un
büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa ve ona inananlar
dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına
karşılık Hz. Musa'nın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette
bildirildiği gibi "uydurduklarını
yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz
de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince)
bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece
hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada
yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi,
117-119)
Ayetlerde de bildirildiği
gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir
sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir.
Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma
iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu
iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve
"büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60
yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra
gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği
durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim
teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en
büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar
çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini
hayretle karşılayacaktır. (Malcolm
Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, sf.43)
Bu gelecek, uzakta
değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah
olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük
aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü,
büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya
başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya
nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
KAYNAKÇA
- Cemal Yıldırım, Evrim
Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989
- Peter Kropotkin, Mutual
Aid: A Factor of Evolution, 1902
- Bilim ve Teknik Dergisi
- Scientific American Dergisi
- Harun Yahya,
Canlılardaki Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar, Vural Yayıncılık
- Gordon R. Taylor, The
Great Evolution Mystery, Harper & Row Publishers, 1983
- Charles Darwin, Türlerin
Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996
- Russell Freedman, How
Animals Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978,
- Janine M. Benyus, The
Secret Language and Remarkable Behaviour Animals, Black Dog-Leventhal
Publisher, Inc. New York, 1998
- David Attenborough, The
Trials of Life, Princeton University Press, Princeton New Jersey, 1994
-
http://www.nationalgeographic.com
- Thor Larsen, Polar
Bear:Lonely Nomad of the North, National Geographic
- International Wildlife dergisi
- Creation, vol.20, N.3,
- National Geographic
Society, How Animals Care for Their Babies
- David Attenborough, Life
of Birds, Princeton University Press Princeton, New Jersey
- National Geographic
Dergisi
- William Dembski, Mere
Creation, Science, Faith & Intelligent Design, InterVarsity Press, USA,
1998
- Temel Britannica
Ansiklopedisi,
- Gordon Rattray Taylor,
The Great Evolution Mystery, Abacus, London, 1984,
- C.B.P.C. Publishing Ltd,
Hayvanlar Ansiklopedisi, (Memeliler), Phoebus Publishing Company.
- A. Vincent, The
Improbable Seahorse, National Geographic
- Bryan Hodgson, The World
of Baby Animals, Könemann, 1998
Dediler
ki: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten
Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” (Bakara Suresi, 32)
RESİMALTI
YAZILARI
s.15
Yaratan, hiç yaratmayan
gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
s.20
Şüphesiz, senin Rabbin,
insanlara karşı büyük lütuf (fazl) sahibidir, ancak insanların çoğu
şükretmiyorlar. (Neml Suresi, 73)
s.22
Allah, herşeyin
yaratıcısıdır. O, herşey üzerinde vekildir. (Zümer Suresi, 62)
s.33
Sizin İlahınız yalnızca
Allah’tır ki, O’nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi
kuşatmıştır. (Taha Suresi, 98)
s.35
Günahı bağışlayan,
tevbeyi kabul eden, cezası pek şiddetli olan ve lütuf sahibi (Allah’tan). O’ndan
başka İlah yoktur. Dönüş O’nadır. (Mümin Suresi, 3)
s.38
O, Allah'tır,
Kendisi'nden başka İlah yoktur. İlkte de, sonda da hamd O'nundur. Hüküm
O'nundur... (Kasas Suresi, 70)
s.39
Allah gökleri ve yeri
hak olarak yarattı. Şüphesiz, bunda iman edenler için bir ayet vardır. (Ankebut
Suresi, 44)
s.42
Biz, gökleri, yeri ve
her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de
yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)
s.43
Göklerin, yerin ve her ikisi
arasındakilerin Rabbidir; şu halde O’na ibadet et ve O’na ibadette kararlı ol.
Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi, 65)
s.44
Yeryüzünde kesin bir
bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır. (Zariyat Suresi, 20)
s.45
Ve kendi nefislerinizde
de. Yine de görmüyor musunuz?(Zariyat Suresi, 21)
s.46
Sizin İlahınız tek bir
İlah’tır; O’ndan başka İlah yoktur; O, Rahman’dır, Rahim’dir (bağışlayan ve
esirgeyendir). (Bakara Suresi, 163)
s.51
Allah... O’ndan başka
İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi O’nundur... (Bakara Suresi, 255)
s.55
Göklerde ve yerde
olanların tümü Allah’ındır... (Al-i İmran Suresi, 129)
s.59
Ey insanlar, sizi ve
sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki sakınasınız. (Bakara Suresi,
21)
s.73
Onlara binmeniz ve süs
için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz
nelere yaratmaktadır? (Nahl Suresi, 8)
s.74
Geceleyin ve gündüzün
barınan herşey O’nundur. O, işitendir, bilendir. (Enam Suresi, 13)
s.76
Bilmez misin ki,
gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve
yardımcınız yoktur. (Bakara Suresi, 107)
s.79
Kadınlara, oğullara,
kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve
ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar,
dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i
İmran Suresi, 14)
s.80
Hani ona akşama yakın,
bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar
sunulmuştu. O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini
Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim"... (Sad Suresi, 31-32)
S.90
Allah dedi ki: "İki
İlah edinmeyin: O, ancak tek bir İlah'tır. Öyleyse Ben'den, yalnızca Ben'den
korkun." (Nahl Suresi, 51)
S.91
Göklerde ve yerde ne
varsa O'nundur, itaat-kulluk da (din de) sürekli olarak O'nundur. Böyleyken
Allah'tan başkasından mı korkup-sakınıyorsunuz? (Nahl Suresi, 52)
S.97
Görmüyorlar mı; gökleri
ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için
kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak
inkarda ayak direttiler. (İsra Suresi, 99)
S.98
Ve hayvanları da
yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz.
(Nahl Suresi, 5)
S.100
Sizin için hayvanlarda
da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş
gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir
süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66)
S.119
Sizin yaratılışınızda ve
türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.
(Casiye Suresi, 4)
S.121
Biz gökleri, yeri ve
ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) olarak
yarattık. İnkar edenler ise, uyarıldıkları şeyden yüz çeviren(kimseler)dir.
(Ahkaf Suresi, 3)
S.122
Hiç şüphesiz, rızık
veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır. (Zariyat Suresi, 58)
S.123
İşte böyle; şüphesiz
Allah, hakkın Kendisi'dir... (Hac Suresi, 6)
S.130
De ki: “Eğer
biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir?
Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi korunmuyor.” (Müminun Suresi, 88)
S.133
Göklerin, yerin ve her
ikisi arasındakilerin Rabbidir... (Meryem Suresi, 65)
S.136
De ki: “Göklerin ve
yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’tır.” De ki: “Öyleyse, O’nu bırakıp
kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım veliler
mi (tanrılar) edindiniz?” De ki: “Hiç görmeyen (a’ma) ile gören (basiret sahibi)
eşit olabilir mi?..
S.137
... Veya karanlıklarla
nur eşit olabilir mi?" Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan
ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki:
"Allah, herşeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır." (Rad
Suresi, 16)
S.138
Göklerde ve yerde ne
varsa Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa Suresi, 132)
S.141
De ki:”Siz, Allah’ın
dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi
yaratmışlardır?.. (Fatır Suresi, 40)
S.142
Allah ile beraber başka
bir İlah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten sizi, O'ndan yana açıkça uyarıyorum.
(Zariyat Suresi, 51)
S.145
Göklerin ve yerin gaybı
Allah'ındır, bütün işler O'na döndürülür; öyleyse O'na kulluk edin ve O'na
tevekkül edin... (Hud Suresi, 123)
S.147
... Karada ve denizde
olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez.. (Enam Suresi,
59)
S.152
O Allah ki, yaratandır,
(en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir...
(Haşr Suresi, 24)
S.155
Ey insanlar, Allah'ın
üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah'ın
dışında bir başka yaratıcı var mı? O'ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur
da çevriliyorsunuz? (Fatır Suresi, 3)
S.157
İnsanlardan,
hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları
içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'. (Fatır
Suresi, 28)
S.161
Göklerde, yerde, bu
ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur. (Taha
Suresi, 6)
S.163
Göğün boşluğunda boyun
eğdirilmiş (musahhar kılınmış) kuşları görmüyorlar mı? Onları (böyle boşlukta)
Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz, iman eden bir topluluk için bunda ayetler
vardır. (Nahl Suresi, 79)
S.164
Onlar, üstlerinde dizi
dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan
Allah')tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir.
(Mülk Suresi, 19)
S.169
Hamd, göklerde ve yerde
olanların tümü Kendisi'ne ait olan Allah'ındır; ahirette de hamd O'nundur. O,
hüküm ve hikmet sahibidir, haber alandır. (Sebe Suresi, 1)
S.173
Ellerimizin
yaptıklarından kendileri için nice hayvanları yarattığımızı görmüyorlar mı?
Böylece bunlara malik oluyorlar. (Yasin Suresi, 71)
S.183
Allah, her canlıyı sudan
yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde
yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini
yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
S.188
Görmedin mi ki, göklerde
ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir.
Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir... (Nur Suresi, 41)
S.210
Göklerin ve yerin
yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve
O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. (Şura Suresi, 29)
S.214
Göklerde ve yerde
olanların tümünü bilir; sizin saklı tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da
bilir. Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Tegabün Suresi, 4)
S.220
Charles Darwin
S.222
Louis Pasteur
S.225
DNA, dört ayrı molekülün
farklı diziliminden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. Bu bilgi bankasında
canlıyla ilgili bütün fiziksel özelliklerin şifreleri yer alır. İnsan DNA'sı
kağıda döküldüğünde, ortaya yaklaşık 900 ciltlik bir ansiklopedi çıkacağı
hesaplanmaktadır. Elbette böylesine olağanüstü bir bilgi, tesadüf kavramını
kesin biçimde geçersiz kılmaktadır.
S.226
Doğal seleksiyona göre,
güçlü olan ve yaşadığı çevreye uyum sağlayabilen canlılar hayatta kalırlar,
diğerleri ise yok olurlar. Evrimciler ise doğal seleksiyonun canlıları
evrimleştirdiğini, yeni türler meydana getirdiğini öne sürerler. Oysa doğal
seleksiyonun böyle bir sonucu yoktur ve bu iddiayı doğrulayan tek bir delil de
bulunmamaktadır.
S.229
Rastgele mutasyonlar
insanlara ve diğer tüm canlılara her zaman için zarar verirler. Resimlerde
görülen Çernobil kazasının sonuçları, mutasyonların etkilerini görmek açısından
ibret vericidir.
(1) http://www.ecn.cz/private/c10/tmi.jpg
(2) http://www.ecn.cz/private/c10/child.jpg
(3)
http://www.tmia.com/xtrarosebud.html
(4)
http://www.adiccp.org/imagery/medical-aid.html
S.230
Evrimciler, fosiller
üzerinde yaptıkları yorumları genelde ideolojik beklentileri doğrultusunda
yaparlar. Bu nedenle vardıkları sonuçlar çoğunlukla güvenilir değildir.
S.232
410 milyon yıllık
Coelacanth fosili (üstte) ve bu balığın günümüzdeki hali (solda)
Fosil kayıtları evrim teorisinin önünde çok büyük bir
engeldir. Çünkü bu kayıtlar, canlı türlerinin aralarında hiçbir evrimsel geçiş
formu bulunmadan, bir anda ve eksiksiz yapılarıyla ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Bu gerçek türlerin ayrı ayrı yaratıldıklarının ispatlarından
biridir.
S.235
SAHTE
Evrim yanlısı gazete ve
dergilerde çıkan haberlerde yandakine benzer hayali "ilkel"
insanların resimleri sıklıkla kullanılır. Bu hayali resimlere dayanarak
oluşturulan haberlerdeki tek kaynak, yazan kişilerin hayal gücüdür. Ancak evrim
bilim karşısında o kadar çok yenilgi almıştır ki artık bilimsel dergilerde
evrimle ilgili haberlere daha az rastlanır olmuştur.
S.242
Kafatası ışığı içeri
geçirmez. Yani beynin bulunduğu yer kapkaranlıktır, dolayısıyla beynin, ışığın
kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir. Ancak siz, mucizevi bir şekilde
bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyredersiniz. Rengarenk
bir doğa, güneşin parıltısı, kalabalık bir sokaktaki tüm insanlar bu zifiri
karanlık yerde oluşur. Kapkaranlık beynin içinde, elektrik sinyallerinin,
rengarenk, ışıltılı, aydınlık bir görüntüye dönüşmesi olağanüstü büyük bir
mucizedir. Ruhumuza, tüm görüntüleri gösteren, tüm sesleri duyuran, ruhumuzun
zevk alması için tüm tatları ve kokuları yaratan, herşeyin Yaratıcısı olan
Allah'tır.
S.247
Geçmiş zamanlarda timsaha tapan insanların inanışları ne
derece garip ve akıl almazsa günümüzde Darwinistlerin inanışları da aynı
derecede akıl almazdır. Darwinistler tesadüfleri ve cansız şuursuz atomları
yaratıcı güç olarak kabul ederler hatta bu inanca bir dine bağlanır gibi
bağlanırlar.